24 Temmuz 2011

Fedailerin Kalesi Alamut

Wladimir Bartol

1092 yılında Buhara’dan yola çıkmış bir kervana köle olarak satılan güzel bir kızla başlıyor hikaye. Kızın adı Halime. Halime’nin gördüklerine tanık oluyor getirildiği mekanı ve bu yerde yaşayan birbirinden güzel genç kızları onunla birlikte tanıyoruz. Eski sahibi onu sattıktan sonra yolculuk boyunca yaşadığı ölüm korkusunun yerini, şimdi, geldiği güzel ortamda mükafatlandırılma duygusu alıyor.

Diğer yandan aynı kervanın gitmek istediği yere doğru yola çıkan İbni Tahir ile tanışıyoruz. İbni Tahir’in büyükbabası bir zamanlar küçük bir İsmaili tarikatı kurmuştur. Bu tarikat bir yandan şehit Ali’nin taraftarlığını yaparken bir yandan da gizlice Selçuklu boyunduruğuna karşı faaliyette bulunmaktadır. Bu faaliyet fark edilince dönemin baş veziri tarafından tarikatın kurucusu idam edilir. İbni Tahir büyükbabasının öcünü almak üzere eğitilip büyütülür. Ardından bu emelini gerçekleştirmek üzere İsmaili öğretisiyle ilgili her şeyin toplandığı Alamut Kalesi’ne doğru yol alır. Orada seçilmiş bir öğrenci grubu evren bilimlerinden felsefeye, kılıç tutmasından bedensel iradeye kadar çeşitli eğitimleri İsmaili öğretisi içinde almaktadır. İbni Tahir kaleye ulaşır ulaşmaz büyük dailerin verdikleri bu eğitimlere katılan bir öğrenci olacak ve kendini kanıtlayacaktır. 



Alamut Kalesinde bir peygamber olarak görülen Hasan Sabbah’ın öyküsü bu şekilde başlar. Halime ve İbni Tahir’in etrafında olanlarla Alamut’un sırları bizi de içine alır. Bir yandan Kur-an’dan, felsefeden ve öğretilerden bahsederken Ömer Hayyam ismini duyuveririz. Ömer Hayyam, Hasan Sabbah’ın öğreniminde en yakın iki arkadaşından biri olarak tanıtılacak ve adı sıklıkla anılacaktır.

Alamut Kalesi okumaya doyamadığım, ah keşke bitmese derken kendimi okumaktan alamadığım harika bir tarihi roman. Kitabın basımı, kokusu ve güzel kalınlığı okumam için beni yeterince cezp etmişti ama böyle güzel yazılmış, bilgi ve akıl dolu bir öykü okuyacağımı tahmin etmiyordum. Bugüne kadar nasıl olup da elime geçmediğine hayıflandım. Her sayfasını ilgiyle, merakla okudum. Bir yandan yazara hayran olurken diğer yandan nasıl olmuş da bu topraklarda yaşamamış, Doğu kültürü almamış bir yazar böylesine konuya hakim olabilmiş ve dönemin bu kadar içine sızabilmiş diye düşündüm. Kitabın konusunu tam olarak anlatmayacağım. Eğer konuyu biliyor olsaydım mutlaka ilgimi çekerdi ama böyle bir ilgiyle okuyamazdım. Kısacası dinler, inançlar, öğretiler üzerinden insanların, toplulukların psikolojisini aktaran, pek çok insanın kafa yormadığı konulara uzanan bir kitap bu. Hayranlıkla okuduğum bu kitapta pek çok yerin altını çizdim ama hikayeyi ele vermemek adına hepsini buraya aktarmayacağım. Önce Ömer Hayyam’dan gelen dizeler:

Kalp gülümseyen bir çehre arar,
Kol ise kadehe uzanır…
Her toz zerresinde ben varım,
Ve bütün toz zerreleri bir tek çehre oluştururlar.


Hasan Sabbah’ın yani Seyduna’nın ağzından dökülenlerden başlayarak içerikten alıntılarım da şöyle:

“…o zamanlar daha gençtim ve insanlığın büyük bir kısmının cehalet içinde olduğu, yalanların peşinden gittiği ve batıl inançlara saplanıp kaldığı düşüncesi, beni son derece rahatsız etmekteydi. Bu dünyadaki görevimin insanların arasına hakikat tohumları ekmek, onların gözlerini açmak, insanlığı yanılgılara ve karanlığa mahkum eden yalancılardan kurtarmak olduğunu sanıyordum.
…büyün tarikatlarımız beni İsmaili harekatının bir mücahidi olarak karşıladılar, fakat liderlerine planlarımdan, yani kitleleri aydınlatıp bilinçlendirme isteğimden bahsettiğimde, başlarını hayretle sallayarak bu tür şeylerden bahsetmemem konusunda beni uyardılar. Gittiğim her evden, katıldığım her meclisten kovuluyordum. Çok kısa bir süre sonra, hareketin yöneticilerinin gerçeği insanlardan gizlemek için büyük çaba sarf ettiklerini gözledim. Çünkü bunda kendi şahsi çıkarları vardı.”


“…sadece cahil halk değil, okumuş ve bilgili kişiler de ulaşılabilen bir yalanı, ulaşılamaz bir gerçeğe yeğ tutuyorlardı.”

“Özellikle bu konu bizim için vazgeçilmezdi. Mutlak olana ulaşma imkanları. ‘Mutlak olanı topyekun ve nihai bir biçimde idrak etmek imkansızdır’ diyordu ‘çünkü duyularımız bizi aldatmaktadır. Fakat onlar dışımızda olan şeylerle mantığımızın kavradıkları arasındaki yegane aracılardır.’ – ‘Söylediklerin Demokrit ve Pithagor’un söyledikleri ile birebir çakışıyor’ diye belirttim. ‘Bu yüzden insanlar onları daima tanrısızlıkla suçladılar. Fakat onlara masallar anlatan Platon’u baş tacı ettiler.’ –‘Kitleler her zaman böyledir’ diye karşılık verdi Ömer. ‘Belirsizlikten her zaman korkarlar, bu yüzden açık bir yalanı ulaşılmaz gerçeklere yeğ tutarlar. Hele bu yalanlar ne kadar ulvi ve yüksek olursa, değerleri de o kadar artar.’”

“Eğer birisi insanları kullanmak, onları sadece bir araç olarak görmek istiyorsa, yapacağı en iyi şey onların sorunlarından uzak durmaktır.”

“…aslında tüm tarikatların kudretleri, taraftarlarının kendilerine körü körüne inanmalarına bağlıdır! İnsanlar idrak yetenekleri ölçüsünde bu dünyada bir yer edinirler…

…bilinç seviyesi ne kadar düşükse, onları harekete geçirecek fanatiklik de o kadar büyüktür.”

“eğer insan benim gibi çevresinde gördüğü, duyduğu, algıladığı şeylere güvenemeyeceğini idrak ederse, eğer her taraftan güvenilmez ve kötü niyetli şeylerle çevrelendiğinin ve devamlı yanılgılarının kurbanı olduğunun bilincine varırsa, o zaman insan bunu bir kötülük olarak değil bir yaşam zorunluluğu olarak kabul eder. Öyle bir zorunluluk ki er ya da geç kendisini ona uydurmak zorundadır. Yüksek bir idrak seviyesine ulaşmış bir insan için, hayal etmek, binlerce başka güzel özelliğinin yanı sıra, her eylem ve her ilerlemenin süsü ve itici gücüdür.

…sadece bir tek şey vardır: yanılgı ve hayal bu dünyanın yegane itici güçleridir.”

“…gerçek ve sahte cennet arasında fark yoktur. Bir yerde bulunmuş olduğumuza gerçekten inanıyorsak, o zaman oradaydık demektir.

…’aslında şeylerin kendileri bizi mutlu ya da mutsuz kılmazlar’ diye yüksek sesle düşündü Hasan ‘aksine bunu yapan, onlardan edindiğimiz izlenimler ve yanlış algılamalardır.’

…hakiki şeyler veya gerçekler mutluluğumuz ile mutsuzluğumuz arasındaki çizgi olamazlar, sadece, kararsız bilincimizin bir tasavvurudurlar.”

Böylece aklımda olandan daha çok alıntı yapmış oldum. Bu kitap herkesin seveceği bir kitap değil. Alıntılardan da anlaşıldığı gibi konuya ilgi duymayanlar kitabı da düz bir tarihi roman kıvamında algılayacaklardır. Alıntılar birazcık dikkatinizi çektiyse kesinlikle okumanızı tavsiye ederim. Romanın gerçek olaylardan aktarılmış olduğunu düşündükçe hala tüylerimin ürperiyor. Her ne kadar Hasan Sabah karakteri hakkında muallakta kaldığı söylenen kısımlar olsa da yazarın başarısı tartışılmaz.

Kitapta anlatılanlar aslında kitabın kendisini de doğruluyor. Çünkü zamanında bu kitap az basılmış hatta el altından satılacak kadar tehlikeli bir kitap olduğu düşünülmüş. Bu arada bu kitabın yayıncısı “Yurt Kitap-Yayın”. Bu yayınevinin okuduğum ilk kitabı ve basımı beni oldukça tatmin etti. Her ne kadar orijinali ile karşılaştıramayacak olsam da kitabın çevirisinin çok iyi olduğunu düşünüyorum. Birkaç imla hatası dışında çevirisinden zevk alarak okudum.

Kitabın arkasında çevirmen Atilla Dirim’in yazar hakkında Fransız yayın evinin sonsözünden aktardığı yazar üzerine bir yazı var. Kitap bitmeden önce bu yazıyı fark etmiş, okumamak için kendimi zor zapt etmiştim çünkü kitabın sonundan çok, yabancı bir yazar olarak yazanının kim olduğunu ve bunca kültür bilgisiyle beraber kendi bakış açısını nereden aldığını merak ermiştim. Kitabın aslı Slovence yazılmış. Yazar Felsefe, psikoloji, biyoloji, dinler tarihi gibi konularda eğitim görmüş. Freud’un eserlerini erken yaşta keşfetmiş ve tüm yaşamı boyunca kelebeklerin yaşamlarına hayran kalmış. İlk eseri olan Alamut, 1938 yılında tamamlanmış. 1956’da kitabı tekrar yayınlatmayı başarmış. 1967 yılındaki ölümüne kadar bir daha yayınlanmamış ama ölümünden sonra kitap layık olduğu ilgiyi bulmuş. Bu cümleler genel olarak kitabın sonsözünden alıntı.

Okurken, zaman ve dünya ne kadar değişirse değişsin insanlığın pek bir değişime uğramadığını bir kez daha anlıyor insan. Kitleler ve insanlar, bilimin getirisi kesin bilgiler haricinde hala kendilerini ve inançlarını sorgulamaktan çekiniyorlar. Bilimi hayatlarının uzağına yerleştirip dünyanın yuvarlar olduğu bilgisiyle yetiniyorlar. Pek çoğu buna gerek bile görmüyor. Düşündüklerini ve meraklarını etrafındaki bir avuç insan ve kitaplarla paylaşabilen benim için bu kitap dönem dönem okuyabileceğim nadir kitaplar arasında yerini aldı.

Ebru

Hiç yorum yok: